Abdullah Aren Çelik’in dördüncü romanı ‘Revan’, geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarın Dadaloğlu ve Evdalê Zeynikê’yi merkeze aldığı ‘Revan’, Avşar Yörüklerinin Osmanlı’ya karşı direnişlerini anlatırken, iki ayrı ozanın yollarda geçen çetin mücadelelerine tanıklık etmemizi de sağlıyor.
Abdullah Aren Çelik’le ‘Revan’ı konuştuk.
‘Revan’ı, Dadaloğlu’nun merkezde olduğu hikayeyle, Birinci Kitap başlığı altında buluşturuyorsunuz bizlerle. Hikayenin merkezine Evdal’i koyduğunuz bölümü ise, İkinci Kitap olarak sunuyorsunuz. Ötekine selam veren ancak ana hatlarıyla tamamen birbirinden ayrılan iki hikâye için ilk planınız tek bir kitap mıydı, yoksa iki ayrı kitap olarak mı tasarlamıştınız?
Doğrusunu söylemek gerekirse ‘Revan’ı iki kitap şeklinde planlamamıştım, her ne kadar iki kısımdan meydana gelse de aslında dört kitaptan oluşuyordu ve 300 sayfayı aşan bir romandı. Bugünden düne uzanan hikayenin birinci ve dördüncü bölümlerini çıkardım, kalan iki kitabı yeniden düzenledim, ortaya da ‘Revan’ çıktı. Bu “sadeleştirmeyi” yaptıktan sonra Dadaloğlu’nu anlattığım birinci kitap ile Evdal’ı anlattığım ikinci kitabı eşit parçalara ayırdım, ardından rakamlarla kısa bir planlama yaptım. Matematiğine dikkat ederim yazdıklarımın, kaç bölümden oluşacağı, bölümleri kaça ayıracağım, nasıl kurgulayacağım ve daha pek çok şeyi öncesinde sayılarla kodlayarak yazarım. Dolayısıyla iki ozanı da öncesinde böylesi bir yol haritası çıkararak, azaltıp çoğaltarak tamamladım.
Birinci Kitap’ta toplumsal sorunları, başkaldırıları, ehlileştirilmeye çalışılan Yörük halkının sonu gelmez mücadelelerini Dadaloğlu’nun perspektifinden anlatıyorsunuz. İkinci Kitap’ta ise normların değiştiği, toplumsalın bireysele dönüştüğü ve sorunların daha sıradan insani formlara evrildiği bir gerçeklikle karşılaştırıyorsunuz. Yani Dadaoğlu’nun yolculuğu toplumsalken, Evdal’inki bireysel oluyor. Bu ayrımı yaparken, koşulları mı, yoksa karakterlerin özelliklerini mi esas aldınız?
Aslında her iki ozanı da toplumsal bağlarından bağımsız ele almadım, dikkat edilirse iki şairin de otoriteye başkaldırdığı görülebilir. Dadaloğlu’nun hikayesi savaş zamanına denk geldiği için toplumla ilişkisi de bu minvalde gelişiyor. Evdal’in hikayesi görece daha sorunsuz bir zamana denk geldiği için üstlendiği rol de bu istikamette olgunlaşıyor, bireysel görünmesinin nedeni bu olabilir. Oysa Evdal’in Sürmeli Mehmet Paşa’nın konağına halkla birlikte dayandığı bölüm birey ve toplum ilişkisine dair çok şey anlatıyor bize.
‘Revan’ın oluşma hikayesi kafanızda nasıl şekillendi, sizi bu iki ozanı yazmaya iten mefhum neydi?
‘Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’ kitabında Alain Bosquet ile yaptığı bir görüşmede Dadaloğlu ve Evdal’den bahseder, bu iki halk ozanından o kadar etkilenir ki onlar gibi olmak istediğini anlarız. Dadaloğlu için Türk tarihinin en büyük başkaldırı şairi, Evdal için de ‘Kürtlerin Homeros’u ifadesini kullanır. Sanırım bu iki halk ozanını merak etmek için yeterli bir nedendi benim için. Yılmaz Varol, ‘Cemal Süreya ve Arkadaşları’ kitabında iki ozanın kesin olmamakla birlikte Kozan İsyanı’nda karşı karşıya geldiğini yazar. Kürtlerin Homeros’u ile Türklerin en büyük başkaldırı şairi savaş meydanında karşı karşıya gelir. Bir savaşta karşılaşmalarına rağmen nedense bu iki ozanı ellerinde silahlarıyla tahayyül edemedim, sahip oldukları hünerleriyle anlatmam gerektiğini düşündüm. Ortaya bir tarih anlatısından çok iki şairin ‘Revan’da kesişen hikayesi çıktı.
‘GERÇEĞE BAĞLI KALMAK YAZARIN HAYAL GÜCÜNÜ SINIRLANDIRAN BİR ŞEY’
Gerçek insanları kitap karakterlerine dönüştürdüğünüzde, alanın biraz daha daraldığını düşünüyorum. Elbette bunun aksini sağlayacak şeyler de mevcuttur. Sizce gerçek insanları kurmacayla birleştirmenin olumlu ve olumsuz tarafları nelerdir?
Haklısınız. Yeniden bir karakter yaratmak, hâlihazırda ismiyle nam salmış birilerini anlatmaktan kolaydır her zaman. Çünkü gerçeğe bağlı kalmak her zaman zordur ve yazarın hayal gücünü de sınırlandıran bir şeydir. Dadaloğlu’nu anlatmak Evdal’i anlatmaktan daha zordu mesela, bunun da nedeni Dadaloğlu hakkında yazılan onlarca kitaptan kaynaklı olduğunu düşünüyorum, onun hakkında yazılan onca metin, herkesin üzerinde uzlaştığı bir karakteri dayatıyordu bana. Evdal’de böyle olmadı çünkü hakkında yazılmış yalnızca tek bir kitap vardı, bu da Evdal’i anlatırken gerçekle bağımı zayıflatan ama kurguyla yapmak istediğimi güçlendiren bir şeydi. Yine de bütün kısıtlayan durumlara rağmen kurmaca denen şeyin bunun üstesinden gelinmesine olanak tanıdığını düşünüyorum.
‘KİTAP, İKİ OZAN HAKKINDA YAPTIĞIM OKUMALAR HARİÇ İKİ YILDA YAZILDI’
‘Revan’da Dadaloğlu ve Evdal’i okurken, arka plandaki karmaşayı başarıyla görebiliyoruz. Ahmet Cevdet Paşa’ya, Sultan Abdülaziz’e, kolera salgınına, Sürmeli Mehmet Paşa’ya rastlıyor, Avşar halkının yaşadığı kıyımlara şahit oluyoruz. Tüm bu tarihi bilgileri harmanlayarak ‘Revan’a dönüştürme hikayenizin süreçleri nasıl ve nelerden faydalanarak gelişti? Ne kadar zaman aldı?
‘Revan’ın toplumsal uzlaşı fikrini uzun süre yanımda gezdirdiğimi biliyorum, yalnızca bunu anlatıya dönüştürecek bir zamana, döneme, konuya sahip değildim. Yaşar Kemal ve Yılmaz Varol’un kitaplarında iki ozanın Kozan İsyanı’nda karşılaştıklarını okuyunca eksik olanı da tamamladım. Bir romanın içeriğini gerçeğe sadık kalarak anlatmak için dönemin ruhunu, gündelik dilini, toplumsal yaşamı, insanların inançlarını, barınma biçimlerini, hatta yemek kültürüne kadar gündelik hayatı iyi bilmek gerekiyor. Dadaloğlu ve Evdal yaslandıkları kültür açısından eşsiz iki ozan, bu da özenli bir dönem anlatısıyla metni kurmamı zorunlu kılıyordu. Diyebilirim ki bir Avşar kadar Türkmen kültürünü öğrendim, aynı şekilde Evdalê Zeynikê ve Kürt kültürü için de benzer şeyler söyleyebilirim. Fakat bu iki ozanı görünür kılmanın yolu, sorunuzda belirttiğiniz hadiseleri iyi anlatmakla mümkün olabilirdi. Araştırma ve iki ozan hakkında yaptığım okumalar hariç iki yılda yazıldı ‘Revan’, yazım sürecinin ikinci senesi günde ortalama altı saat çalışarak tamamlandı.
Dadaloğlu, Ahmet Ağa’yla konuşurken şöyle bir cümle kuruyor: “Talan edilmiş bir vadi, erkekleri öldürülmüş, kadınları satışa çıkarılmış bir oba, dilini yitirmiş çocuklar gördüm.” Ama bu korkunç gerçekliğin yanında, Revan’daki kadın karakterler oldukça güçlü. Gökçen Hatun, Banu, Nadire, Ayşe, Nurkan Hatun… Öne çıkan kadın karakterleri özellikle böyle seçtiğinizi ve bunun etkileyici olduğunu düşünüyorum. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Aşık geleneğinde erkek aşıklar daha çok öne çıkar, bunun nedeni erkek egemen düşüncenin toplum üzerindeki hakimiyeti olduğunu düşünüyorum. Dadaloğlu’nu, Karacoğlan’ı, Evdalê Zeynikê’yi, Aşık Veysel’i herkes bilir ama Döne Sultan’ı, Ayşe Berk’i, Fatma Kamile’yi çok az kişi tanır. Eril dünyanın hakimiyeti altında kadın ozanların görünür olması haliyle güçtür. Bildiğiniz gibi erkek ozanların türkülerindeki aşkın öznesi genellikle kadınlar olur, onların da temsil ediliş biçimleri arzulanan, acıya neden olan, nefret edilen, sevilen, uğruna savaşılan şeklindedir. Dolayısıyla kadına biçilen bu toplumsal roller nedeniyle kadın âşıkların bu geleneğinin bir parçası olmasını zorlaştırdığını görüyoruz. ‘Revan’daki kadın aşık kısmını kadını cinsiyetçi bakış açısından azade tutarak, bir nebze de olsa bu egemen bakışı kırmak istediğim için yazdım. Gökçen Hatun, Banu, Nadire, Ayşe, Nurkan Hatun ve diğerleri dünden bugüne bir şeyler anlatıyor bize.
”REVAN’, TEMO’NUN BİZE BIRAKTIĞI BİR MİRAS’
Kitabın son sayfasında, hikayeden ayrılan bir paragraf var. Yarım kalmış ve soru işaretleriyle dolu bir paragraf bu. Bu kısmı okurun zihninde tasarlanmaya mı bıraktınız, yoksa Temo’nun hikayesini bir gün anlatmaya devam edecek misiniz?
Yukarıda romanın ilk halinden bahsederken dört parçadan oluştuğunu yazdım. Aslında birinci ve dördüncü kısımlar Temo’nun hikayesiydi, onu birinci bölümde Konya Tıp Fakültesi’nin anatomi dersinde cesedi incelenen kadavra olarak yazmıştım. Cinayete kurban giden yaşlı bir kimsesizdi ilk taslakta. Dadaloğlu ve Evdal’in hikayesini de onun yazdığı notlardan okuyacaktık, yani ‘Revan aslında Temo’nun bize bıraktığı bir mirastı. Romanlarım her ne kadar birbirinden bağımsız görünse de aslında iç içe metinler. Mesela ‘İlerde Hep Yalnız’ın başkarakteri Talip ile ‘Kandan Adam’ın Ahmet Boz’u ‘Yediler Teknesi’nde karşımıza çıkar, önceki metinlerde eksik görünen kısımlar da böylece tamamlanır. Temo’nun hikayesini de bu şekilde tamamlamayı düşünüyorum.
Şimdi biraz ‘Revan’ın odağından çıkmak ve dümenimi size kırmak istiyorum. ‘Yediler Teknesi’yle Vedat Türkali Jüri Özel Ödülü’nü kazandınız. ‘Revan’ı yazarken, ‘Yediler Teknesi’nin başarısının altına düşmek gibi bir kaygınız oldu mu?
Her yazarın yazı masasının başına geçtiğinde iyi bir metin yaratmak için çabaladığını düşünüyorum. Ortaya çıkan eser kendi özel alanını yaratır ve bence başka metinlerle kıyas kabul etmez. ‘İlerde Hep Yalnız’, ‘Kandan Adam’, ‘Yediler Teknesi’ ve ‘Revan’ı okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Burada yazarı strese sokan, yazdığının önceki metinlerden iyi olup olmaması değil okur beğenisidir bence. Yalnızca birbirinden farklı metinler yazmak konusunda risk aldığımı düşünüyorum, çünkü dört romanım da kıyaslanmayacak kadar birbirinden farklı. Dolayısıyla ödülü, okurun ya da önceki metinlerimle kıyaslanmayı dikkate alsaydım ‘Yediler Teknesi’ndeki gibi bir dünya yaratır, o hattan ilerlerdim, bunu yapmadım.
‘İYİ BİR YAZAR, AYNI ZAMANDA İYİ BİR OKURDUR’
Yazar Abdullah Aren Çelik’e değil, okur Abdullah Aren Çelik’e sormak istiyorum şimdiki sorumu. Nasıl bir okursunuz? Okuma rutininiz nedir?
İyi bir yazar, iyi bir okurdur aynı zamanda. Kötü bir okurdan iyi bir yazar olunamayacağından eminim, bu demek değildir ki iyi bir okur iyi bir yazar olacaktır, iyi bir okur da kötü bir yazar olabilir. Bir süreden beri nihayet iyi bir okur olarak görmeye başladım kendimi. Bu kolay olmadı tabi, yıllarca nasıl iyi bir okur olunacağını öğrenmeye çalıştım. Bir arkadaşım okuduğun metnin önemli gördüğün kısımlarının altını çizersen daha iyi anlarsın demişti, gülümseyerek hatırlarım hep. Kötü kitaplarla çok zaman kaybettim, iyi kitapları doğru okuyamadığım için de öyle, olmadık kitaplara mesai harcadım, arkamda bir gençlik bırakacak kadar beyhude çabaladım yıllarca. Yani her kitap doğru değildir, her okuma doğru değildir, her okuyan doğru okuma yapmaz. Nihayetinde bir kitaptan neyi nasıl alacağımı öğrendim ve benden alınanları geri almanın yolunu buldum, bence önemli olan bu saydıklarımdır, gerisi bir okuma rutini yaratmak, bir plan doğrultusunda her gün kaç saat okuma yapılacağını bilmektir.
Kitaplarınızın iki üç senelik periyotlarla okura ulaştığını görüyoruz. Kitapların yazarın zihninde oluşmaya başladığı süreyi de düşünürsek sonraki kitabınızın kafanızda tasarlanmaya başladığını öngörebiliriz. Bu öngörümün altının dolu olup olmadığını ve şayet doluysa sonraki kitabınızla ilgili bir tüyo verip veremeyeceğinizi öğrenmek istiyorum sizden.
Doğrusunu söylemek gerekirse kitap yazma olayını bir periyoda bağladığım söylenemez. Günlük süreli ve planlı çalışırım yalnızca, yazacağım metin beş yılda da bitebilir, iki yılda da. Aklımda üç roman fikri var, birisi son zamanlarda kendini çok dayatıyor bana, hangisini önce yazacağıma karar vermeye çalışıyorum. Söyleşinin başında rakamlarla bir tür haritalama çıkardığımı söylemiştim, şu sıralar her üç romanımın da matematiğine kafa yoruyorum. Muhtemelen kendini sıkılıkla hatırlatan bana yazdıracak hikâyesini. Yeni romanda türler arası bir şeyleri deneyeceğim, üç ayrı zaman, üç ayrı üslup, üç ayrı anlatıya sahip olacak. Daha fazla açarsam büyüsünü bozar, yazmaktan vazgeçebilirim, bu kadar yeter sanırım.
Son olarak söyleşimize katıldığınız için teşekkür ediyorum. Ve mümkünse âşık atışmalarından en sevdiğiniz dörtlüğü bizimle paylaşmanızı rica ediyorum.
Ben çok teşekkür ederim.
“Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir.”
Dadaloğlu
“Ben Evdalê Zeynikê, dengbêjlerin şahıyım
Serhad şairlerinin korkulu rüyasıyım.
Zalimlerin düşmanı dostlarımın dostuyum
Halkımın tercümanı, halkımın ozanıyım
Başlarsam söylemeye, sesim Acem ellerine varır.”
Evdalê Zeynikê